Merhaba yüce Kaz Dağları... Merhaba
Olimpos tanrılarının, Zeus’un yuvası… Troya’ya giden yollarıyla dünya
kültürünün büyük mirası İlyada’nın bol pınarlı, vahşi hayvanların anası İda
Dağı... Alp sıradağ sisteminin devamı, dünyanın en büyük ikinci oksijen kaynağı…
Zirvene ilk çıkışımı hatırlıyorum da, çocukken denizden görüp zannettiğimin
aksine tek bir sıra değil, arkalara doğru uçsuz bucaksız ve yemyeşildin...
Şaşırmıştım. Ne bitmez, sonsuz bir yeşillik demiştim, asla yıkılmaz, yansa da bitmez.
Öyle oksijenliydin ki gecelerce uyumasak yine dinlenmiş hissederdik. Büyüdükçe
kıymetini daha iyi anladım. Kimsenin girmediği, bilmediği şelalelerine
tırmandım... Saklı zeytinlerinin arasından vadilerini keşfettim. Ceylanlarını,
domuzlarını, ayılarını, böceklerini, kuşlarını ve endemik bitki türlerini
gördüm. Arılarından kaçtım bazen, bazen tıstıslarından... Üzüldüm, kendimi sana
attım. Sevindim, yine sendeydim. Yüzerken Egenin masmavi sularında, seni daha
heybetli görebilmek için açıldım sulara… Denizden eve dönerken sana uzanan yol,
tüm kış gözlerimi kapattığımda hayalimdi. Günbatımında eve döndüğümde balkondan
gördüğüm manzaram, turuncunun senin heybetinin arkasında kalışıydı, bir an bile
unutmadım.
Yağmurlarını gördüm. Gök gürlemeni, şimşeklerini, Zeus’tan sana
kalan o kendine has hiddetini, Afrodit’in sınırsız güzelliğini... Köylerini
tanıdım, çalışkan köylülerini... Dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar
lezzetli mahsüllerini tattım... Çilek topladım tarlalarından, kana kana içtim serin sularından. Pırıl pırıl, buz gibi şelalelerinde yüzdüm helikopter
böceklerinle. Üç zeytinin emanet bana... Ben onlara baktım, onlar beni besledi.
Dördüncüsünü diktim, birlikte büyüyorum onunla... Yüksek tepelerinde dolaştım,
insan evladı ne nankör diye söylendim. Ta oralara çöp atılır mıydı hiç diye
kızdım o sözde insanlara... Olabildiğince tanıtmaya çalıştım seni.
İyi mi ettim kötü mü bilmem. Sana zarar vermelerini engelleyemedim. Bazen
yandın biraz biraz, bazense betonlarla kirlendin. Hepsi canımı yaktı, ama yalan
yok, hiçbiri bugünlerde gördüklerim kadar üzmedi beni… Oturup bir şeyler
karalamam, içimi dökmem lazımdı. Kanadalı bir şirketmiş seni bu hale getiren.
Bayrağında akçaağaç yaprağı olan, neredeyse tamamı orman olan Kanada...
Dağlarında ve göllerinde tek bir çöp görmediğimde şaşakaldığım o ülkedeki para
güçlerinin çevre bilinci sadece kendineymiş meğer… Peki ya bizim bilincimiz
nerede? Ne zamandan beri kendi cennetlerimize kör gözlerimiz, kalbimiz,
ruhumuz? Verdiğimiz milyarlarca dolarlık kaynağın ardından alacağımız birkaç
milyon lira bittiğinde o giden ağaçları, hayvanları ve suları geri
getirebilecek miyiz? İklim değiştiğinde, en ufak yağmurlar sele dönüp yaşam
yerleri suya boğulduğunda kızmaya hakkımız olacak mı? İlkçağdan beri bu
topraklar için yaşamış, bu topraklarda büyümüş ve bu topraklarda ölmüş
kahramanlara bu kadar mı saygımız?
Artık kârımız yok ama yine de hatadan dönmek
ve bu talana dur demek devleti yönetenlerin ve hepimizin vazifesi olmalıdır.
Bu vazifeyi tamamlamak; Atatürk’e, tüm şehitlerimize, Güre’de Türkiye’nin ilk doğa müzesini
(Tahtakuşlar Etnografya Müzesi) kuran Alibey öğretmene, buraları canla başla anlatan;
İda’yı Homeros destanlarından bize kavuşturan Azra Erhat’a, Halikarnas
Balıkçısı’na, şiirlerinden İda'nın güzelliklerini eksik etmeyen Sabahattin Ali’ye, Sabahattin Eyüboğlu’na, Tuncel Kurtiz’e,
çocuklarımıza ve zeytin ağaçlarına en büyük borcumuzdur. Doğa; ranta ve
inatlaşmaya gelmez, para uğruna hunharca yok edilemez. Dilerim ki bu vesileyle
doğa bilinci uyanır, rüzgâr olur, Kaz Dağları’ndan ODTÜ ormanına, Muğla Dağları’ndan
Akkuyu’ya, Karadeniz Ormanlarından İstanbul’un Kuzey Ormanlarına hiç durmadan
eser ve çocuklarımız tekrar yeşille maviye boyar haritaları…
Son olarak: "Kaz Dağları'nın üstü, altından değerlidir.."
Yorumlar
Yorum Gönder