Ana içeriğe atla

Eskişehir Postası

Herkese tekrar merhaba! Yoğun gündemden bunaldığımız ve baharı iyiden iyiye hissettiğimiz şu günlerde hepimizin aklını kısa bir tatil için yakınlarda nereye gidebilirim düşüncesi işgal etmeye başladı. Ben de çok gezenlerden biri olarak bu hafta sizlere bir Eskişehir postası patlatayım dedim ve atladım yüksek hızlı trene. Fazlaca yağmurlu ve gök gürültülü bir Ankara’yı geride bırakarak harekete geçen trenimizdeki yolculuğum bir hayli rahat ve keyifli geçti. Kulaklıkları takın, çayınızı, kahvenizi alın ve kendinizi yemyeşil manzaraya bırakın. Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan geçen bir buçuk saatin sonunda Eskişehir İstasyonu karşılıyor bizleri. Bu yazıyı okurken çok fazla fotoğraf koyarak sizlere benim Eskişehirimi yaşatmaya çalışacağım,  aman diyeyim çok fotoğraf görünce yazı bitti zannedip devamını okumamazlık etmeyinJ
Nerede kalmıştık? Trenden indiğimde hava hala biraz korkutucu gözükse de, gezimizin başlangıç durağı olan “Devrim Arabaları” müzesine vardığımızda güneş parlayıveriyor ve Eskişehir bir anda şahane geliyor gözüme. Devrim Arabaları müzesinde yer alan ilk yerli arabamız Devrim hala taş gibi duruyor. Devrim’in hazin hikâyesini Devrim Arabaları filminde izlememiş olanlar için bir özet geçmek isterim. Her bir parçası yerli mühendislerimiz tarafından büyük emeklerle yapılan Devrim, halka ve resmi makamlara tanıtılırken aracın benzini biter ve araba durur. Hemen arkadan gelen, yine yerli yapım olan ve çalışan iki araba daha vardır ancak devlet büyükleri arabaları işe yaramaz olarak yaftalayıp tarihimizin utanç sayfalarına terketmiştir. Yani bu başarı da cezasız kalmamıştır. Arabalardan uzun yıllar boyu haber alınamaz, ta ki bir akademik çalışma için araştırma yapılırken Kayseri’de bir depoda taş gibi duran Devrim bulunana kadar... Devrim bulunduktan sonra Eskişehir’e getirilir ve günümüze ulaştırılır.
Hikâye kısaca budur diyor ve Devrim’i geride bırakarak sıradaki durağımız olan Eskişehir Sazova Bilim, Sanat ve Kültür Parkı’na hareket ediyoruz. Bu park alanı adından da anlaşılacağı gibi önceleri sazlıktan ibaretmiş. Türkiye belediyecilik tarihine adını altın harflerle yazdıran Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, bu devasa sazlık araziyi huzurlu, kocaman bir parka çevirmiş. 

Parka çocukların ilgisini çekecek çeşitli objeler koymuş ve bu objelere giriş çıkışı 1 TL, 2 TL gibi cüzi ücretlerle sağlamış. Burada özellikle belirtmeliyim ki bu ücretler belediyeye gidiyor diye düşünürseniz fena şekilde yanılırsınız. Bu ücretlerin tamamı kız çocuklarının eğitimi için kurulmuş olan vakfa aktarılıyor, bu yüzden de oldukça önemli bir kampanya haline gelmiş durumda. Parka tekrar dönecek olursak, parkın etrafını ufak bir gezi treniyle gezebiliyorsunuz. Biraz ileride Disneyland’i andıran bir masal şatosu var ancak bu şatodaki kulelerin tamamı Türkiye’deki çeşitli önemli kuleleri temsilen yapılmış. Yani bir esinlenme olsa da, kendi kültürümüzle birleştirilerek bir değer katılmış. Buradan da geçerek parkı oldukça coşkulu ve bir o kadar kalabalık çocuk grubuna bırakıyor ve bir sonraki durağımız olan Kentpark’a geçiyoruz. 

Yine büyük bir dönüşüm sonrası yapılan devasa bir park Kentpark. Her yerde olduğu gibi burada da bir çöp bile olmaması dikkatimi çekiyor. Ayrıca evcil hayvanların girmesi de yasakmış. Bu da insanların daha rahat dolaşmasını ve parkın daha temiz kalmasını sağlamış. Hayvan hakları savunucuları kızmasın, hayvanlar için de düşünülmüş pek çok yer mevcut. Kentpark’da biraz dolaştıktan sonra Porsuk Çayı suyuyla yapılmış bir bozkır plajı çıkıyor karşımıza. Evet, bildiğimiz kumlu, şezlonglu upuzun bir plaj. 

Bir diğer tarafta ise Porsuk Çayı akmaya devam ediyor ve içinde devasa balıklar yüzüyor. Bu da bizlere suyun ne kadar kaliteli olduğunu ve ne kadar iyi korunduğunu gösteriyor.




Burayı da geride bırakıyor ve gelmeden önce çokça bahsedilen Yılmaz Büyükerşen Balmumu Heykelleri müzesine geliyoruz. Bilmeyenler için Yılmaz Büyükerşen, profesyonel olarak Balmumu Heykel sanatıyla uğraşıyor, ekibini topluyor ve uzun bir çalışmadan sonra, müzede heykeli bulunan pek çok önemli insanın desteğini de alarak bu müzeyi kuruyor. Açıkçası müzenin önündeki kuyruk, Amsterdam’da, Berlin’de gördüğüm kuyruğu ikiye üçe katlıyordu. Müzedeki eserler gerçekten şahane ve görmeye değerdi.


Müzedeki bir başka özellik yine çok güzel ve profesyonelce düşünülmüş ve bazı bölümlerde fotoğraf çekilmek için fotoğrafçılar konmuş. Fotoğraflar ücretli. Büyük fotoğraf 5 TL, küçük fotoğraflar 3 TL’ye çekiliyor ve tüm para yine kız çocuklarının eğitimine gidiyor. Çıkışta da fotoğraflarınız size teslim ediliyor. Müzeyle ilgili diğer fotoğrafları yazının sonunda görebilirsiniz.
Müzeyi geride bırakırken uzayıp giden kuyruğa son bir kez baktım ve böylesine bir iş yapan belediyeye bir kez daha hayran oldum. Karnımız yavaş yavaş acıktı ve yemek için Eskişehir Mutfağı Çibörek Evi’ne doğru yola koyulduk. Yolda, resimde gördüğünüz, çok güzel korunmuş ve restore edilmiş Türk Mimarisinin önemli eserlerinden olan çeşitli devlet binaları çıkıyor karşımıza.




 
Trenden indiğimiz andan itibaren dikkatimi çeken iki şey ise gittiğimiz her yerin yemyeşil olması ve tüm kaldırımlarda bisiklet yolunun olması. Evet, bildiğimiz kırmızı ile ayrılmış bisiklet yolu var! Almanya gibi, Hollanda gibi, bisiklet yolu olan bir Türkiye şehri! Daha önce Türkiye’de bunu  görmemiş biri olarak tekrar ve tekrar gurur duydum Büyükerşen ve ekibiyle.. 

Ve geliyoruz yemeğe. Eskişehir Mutfağı Çibörek Evi’nde Eskişehir’in Tatar kültürüne ait olan spesiyallerinden hazırlanmış bir menümüz var. Çeşitli salata ve turşular, Tatar çorbası olan oldukça leziz Sorba, hemen ardından yemeye doyamayacağınız Çibörek tabağı ve ardından gelen şerbetli tatlısıyla burası gerçekten yerel tatları deneyebileceğiniz harika bir mekân. Mekânın kendi kapalı ayranının lezzeti de ayrı bir olay benden söylemesi.







Madem o kadar yedik, haydi şimdi biraz hareket zamanı! Bunun için, Eskişehir’in en güzel ve en eski yerlerinden olan restorasyon harikası Odunpazarı oluyor sıradaki durağımız. Odunpazarı’nda restore edilmiş tarihi konaklarla dolu sokaklarda güzel fotoğraflar çekebilir, oturup bir kahve içebilir ve şehrin güzelliğinin tadını çıkarabilirsiniz. Hikâyesi olan konakların hikâyelerini okuyabilir ya da yöresel ürünleri keşfedebilirsiniz. Burada gezdiğimiz önemli duraklar sade ve bir o kadar güzel, tarihe meydan okuyan Kurşunlu Camii, Atlıhan El Sanatları Çarşısı, Yağcızade Konağı, Cam Sanatları Merkezi ve sokaklardaki çeşitli cam sanatı dükkânları. 












Buradaki müzeler yine oldukça ucuz ve ücretlerin tamamı kız çocuklarının eğitimine aktarılıyor, insan bu yüzden her yere girmek istiyor ve girildiğinde de hakkını vererek oluşturulmuş müzeler görmek oldukça mutluluk veriyor. İçeriler hep kalabalık, eserler hep şahane ve özel. Ayrıca unutmadan belirtmeliyim ki Cam Sanatları Merkezi’nde, cam sanatının nasıl zorlukla yapıldığını izleme şansınız var. 
Alışveriş içinse ara sokaklardaki yerel dükkânlardan zevkinize göre cam ürünleri edinebilirsiniz ya da Eskişehir’e özgü lüle taşı ürünlerini bulabileceğiniz pek çok yer de mevcut. 





Buradaki Merkez içinde yer alan yerel çarşılardan birinde ise benim çok hoşuma giden, her biri el sanatı ve kişiye özel olan taş üstüne çizilmiş olan, resimde paylaştığım ürünleri bulabilmeniz mümkün.
Hemen hatırlatmalıyım ki Türkiye’de bu işi yapan sadece on yedi kişi kalmış. 


Tüm bu müzelerden hoşuma giden resimleri yine yazının sonunda bulabilirsiniz. Gelelim yazımızın son kısmı olan şehir merkezi ve Porsuk çayı etrafı duraklara...



Oldukça keyifli bir Odunpazarı turundan sonra geliyoruz şehrin göbeğine. Ortadan akıp giden Porsuk çayıyla, etrafında yemyeşil çimleriyle, çimlerde kitap okuyan insanlarıyla, sağlı sollu dolup taşan kafeleriyle, kanal turu yapan gondollarıyla, güzel mi güzel heykelleriyle kendimi yine bir Avrupa şehrinde gibi hissediyorum. Bisiklet yolundan giden bisikletliler, dört bir yana giden tramvaylar,



  

upuzun, ağaçlı geniş caddeler, mağazalar ve insanlar derken oturup bir kahve içerek bu manzaranın tadını çıkarıyorum. Bu arada Eskişehir’in tam altmış bin öğrenciye ev sahipliği yaptığını da en iyi anlayabileceğiniz bölge bu civarlar diyor ve geçiyorum dönüş yoluna. Eski fabrika ve bacaları restore edilerek yapılmış güzel mi güzel kafelerin, barların arasından geçerek tren istasyonuna dönüyor, trenimize biniyor ve Eskişehir’e en yakın zamanda bir daha gelmek üzere veda ediyorum. Yolda düşündüğüm bir şey şu ki Türkiye’de belediyecilik görmek isteyen herkes mutlaka Eskişehir’e uğramalı. Zaten bu yüzden bu kadar seviliyor ve destekleniyor Büyükerşen. Keyifli ve hızlı bir tren yolculuğu sonrası tekrar Ankara’dayım. Ankara’ya vardığımda yüzüme bir tebessüm veren şey bazı belediye başkanlarının yaptıklarıyla, bazılarının yapamadıklarıyla anılacak olmasını düşünmek oluyor. Güzel bir şehir turunu tamamlamış bulunuyoruz sevgili okurlar. Bir başka yolculuk postasında görüşmek üzere hepinize iyi seyahatler dilerim.


























Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Müge Boz ile Keyifli Bir Sohbet

Tekrar merhaba arkadaşlar, bir haftadır pek yazamadım fakat şimdi güzel bir işle yeniden buradayım. Cuma günü Müge Boz ile birlikteydik ve güzel bir sohbet gerçekleştirdik. Şimdi sizleri meraklandırmadan hemen bu ufak röportajımı yayınlıyorum: 1) Müge Boz için İstanbul nedir?  İstanbul benim için tam anlamıyla bir ikilem. Bu şehirde pek çok ikilem var. En basitinden, ufak bir alışverişe bile çıksak Tahtakale'de ya da Nişantaşı'nda bulabileceğimiz güzel şeyler var. Aynı durum gezerken ya da pekçok farklı alanda söz konusu. Bambaşka iki dünya var ama aslında herkese hitap ediyor. Bu ikilemlerde olmayı seviyorum, İstanbul doğduğum yer ve benim için çok özel. 2) Müge Boz'u Twitter, Facebook gibi sosyal platformlarda neden göremiyoruz?  Hazır değilim (gülüyor)! Ben zaten internetle çok fazla ilgilenen bir insan değilim. Facebook'un çıktığı dönemde heyecanla arkadaşlarımızı ekledik ama ondan sonra pek kullanamadım. Bilgisayar başında oturup insanlar bana yazsın, ben ...

Almanya Sevmeyenlere İnat Bir Alman Şehri: Hansestadt Hamburg

http://en.wikipedia.org/wiki/File:AlsterPanorama.jpg         Etrafımızda pek çok insan Almanya'nın ve Almanların soğukluğundan, iticiliğinden yakınır durur. Kim haklı kim haksız orasını bilemeyiz, ırkçılık yapacak halimizde yok. En iyisi ben size hiçbir şehre benzemeyen Almanya'nın 2. en büyük şehri olan Hamburg'u anlatmaya çalışayım. Öncelikle Almanya deyince akla ilk gelen Berlin, Münih, Düsseldorf gibi şehirlerden çok daha farklı bir karakteristiği var bu şehrin. Mimari yapısı, insan çeşitliliği, iklim, ulaşım kısaca pekçok şey diğer şehirlerden çok daha farklı. Bir Alman arkadaşım Hamburg'a yaklaşınca etrafta her yerin turuncu olacağını söylemişti. Gerçekten de bu şehir turuncu! Klasik Alman yapılarının aksine bir kuzey şehri kültürü hakim bu şehre.. Avrupa'nın  2., dünyanın ise 9. en büyük limanına sahip olan bu şehir, deniz kenarı olsa da şehir merkezinde gördüğünüz yüzlerce kanal denizin sadece küçük kolları. Zira Amsterdam ve Venedik'de bul...

Kaz Dağları'na..

Merhaba yüce Kaz Dağları... Merhaba Olimpos tanrılarının, Zeus’un yuvası… Troya’ya giden yollarıyla dünya kültürünün büyük mirası İlyada’nın bol pınarlı, vahşi hayvanların anası İda Dağı ... Alp sıradağ sisteminin devamı, dünyanın en büyük ikinci oksijen kaynağı… Zirvene ilk çıkışımı hatırlıyorum da, çocukken denizden görüp zannettiğimin aksine tek bir sıra değil, arkalara doğru uçsuz bucaksız ve yemyeşildin... Şaşırmıştım. Ne bitmez, sonsuz bir yeşillik demiştim, asla yıkılmaz, yansa da bitmez. Öyle oksijenliydin ki gecelerce uyumasak yine dinlenmiş hissederdik. Büyüdükçe kıymetini daha iyi anladım. Kimsenin girmediği, bilmediği şelalelerine tırmandım... Saklı zeytinlerinin arasından vadilerini keşfettim. Ceylanlarını, domuzlarını, ayılarını, böceklerini, kuşlarını ve endemik bitki türlerini gördüm. Arılarından kaçtım bazen, bazen tıstıslarından... Üzüldüm, kendimi sana attım. Sevindim, yine sendeydim. Yüzerken Egenin masmavi sularında, seni daha heybetli görebilmek için açıldım...