Pek çoğumuz İskoçya'yı Cesur
Yürek filmiyle, etek giyen erkekleriyle ya da son zamanlarda yapmış olduğu
bağımsızlık referandumuyla bol bol duyarız. Şimdi İskoçya hakkında tüm
bildiklerinizi unutun ve kemerlerinizi bağlayın. Bu zamana kadar
gördüklerinizden daha güzel bir rüya olan İskoçya sizleri bekliyor..
Türkiye'den Edinburgh'a yapılan direkt uçuşlarla İskoçya topraklarına adım atıyoruz. Havaalanından İskoçlara göre oldukça uzun, İstanbul'u en az bir kere ziyaret etmiş birine göreyse oldukça kısa bir yolculuğun ardından şehir merkezindeyiz! Edinburgh, eski şehir (old town) ve yeni şehir (new town) olmak üzere iki kısımdan oluşuyor. Yeni şehrin merkezindeki Princes Street buradaki ilk durağımız oluyor. Princes Street’de İskoçya’ya özgü ürünlerin tümünü bulabileceğimiz pek çok mağaza bulunuyor. Bu mağazalardan mutlaka almamız gereken şeyler listesinde damakta inanılmaz bir tat bırakan Short Bread kurabiyeleri ilk sırada geliyor. Viskiler, helvaya benzeyen fudgelar ve ekose desenli ürünler de alışveriş listemizin dikkat çeken diğer ürünleri oluyor. Ayrıca caddede her bütçeye hitap eden onlarca kıyafet ve ayakkabı mağazaları da yer alıyor. Princes Street, tüm Avrupa şehirlerindeki alışveriş caddelerine bir yanıyla fark atıyor! Caddede gezinirken bakmaya doyamayacağınız bir yeşillik ve şehrin ortasında konumlanan Edinburgh Kalesi manzarası bu cadde boyunca yürürken hep sizinle ve bu durum insana asla unutamayacağı büyülü bir atmosfer sunarak kendini bir filmin başrolündeymiş gibi hissettiriyor.
İskoçya'nın
kendine özgü bu inanılmaz yeşili, ülkede gittiğiniz hemen her yerde size eşlik
ediyor ve bu yönüyle klasik Avrupa şehirlerinden tamamen ayrılıyor.
İskoçya'da
nereye giderseniz gidin, doğa hep bir adım önde! Alışverişten yorulduysanız
kahvenizi alın ve caddenin hemen yanındaki Princes Garden parkında kendinize
bir bank kapıp ruhunuzu Edinburgh’un bu büyüleyici yeşilinin verdiği dinginliğe
bırakın. Sanatseverlereyse hemen parkın yanındaki İskoç Ulusal Müzesi’ndeki
eşsiz eserleri görmelerini öneririm. New Town kısmında görmemiz gereken bir
diğer yerse şehre Kuzey’in Atinası denilme sebebi olan ve UNESCO dünya mirası
listesinde olan Carlton Hill tepesi. Buradaki anıtlarda fotoğraf çekindikten
sonra Arthur’s Seat denilen tepeye geçebilir, buradan görünen keyifli manzarayı
hafızalarınıza kaydedebilirsiniz. Yaptığımız New Town turumuzun ardından
geliyoruz Old Town bölgesine. Old Town’ın ve Edinburgh’un en önemli simgesi
olan Edinburgh Kalesi, şüphesiz ki şehrin en iyi manzarasına sahip. Edinburgh’u
bu noktadan Atlantik Okyanusu’na kadar görebiliyorsunuz ve şehre bir kere daha
hayranlıkla bakıyorsunuz.
Kalenin içindeyse eski çağları yaşatan animasyonlar,
görseller ve heykeller mevcut. Burada çalınan gaydaların sesiyle büyülenebilir,
İskoçya’ya özgü Kilt denilen etekleri giyen İskoç erkeklerle fotoğraf
çektirebilirsiniz hatta eteklerden birer tane giyerek siz de birer İskoç olup
hayatınıza güzel bir kare ekleyebilirsiniz. Kalenin önünden uzayıp giden ve
şehrin diğer önemli caddesi niteliğinde olan Royal Mile Caddesi de alışveriş
için oldukça ideal. Burası, İskoçya’ya özgü ekose desenli kaşmir atkı, kıyafet
ya da battaniyeleri almak için en doğru noktalardan biri. Ayrıca bölgede
bulunan The Scotch Whiskey Experience’da yapılan viski turlarını kaçırmamanızı
öneririm. Yine aynı bölgede yer alan St. Giles Katedrali, yurtdışına çıktım mı
katedral görmeden yapamam diyen değerli misafirlerini bekliyor. Edinburgh’da yapmanız
gereken diğer şeylerse Kraliçenin Sarayını ziyaret etmek, Harry Potter
romanının yazıldığı The Elephant Cafe'nin buğulu camlarının kenarında sokağın
güzelliğine dalarak bir kahve içmek, gayda sesleri eşliğinde Edinburgh
caddelerinde turlamak ve gayda çalan kilt giymiş erkeklerle fotoğraf çektirmek
olmalı.
Harry Potter romanlarının yazıldığı The Elephant House |
Bu arada belirtmem gerekiyor ki bildiğiniz İngilizce, İskoç
topraklarında çok da bir işe yaramıyor çünkü buranın aksanı gerçekten bambaşka.
Örneğin bir İskoçla konuşurken Edinbrah ne oluyor acaba diye çok fazla
düşünmeyin çünkü şehrin İskoç aksanındaki adı bu şekilde söyleniyor. Ayrıca
İskoçlar, pek çok Avrupalının aksine oldukça sıcakkanlı ve muhabbet etmeyi
seven insanlar. Turistlere yardım etmekse onlar için günlük hayatlarındaki en
önemli şeylerden biri. Edinburgh’u keşfimizin ardından kısa bir yolculukla
İskoçya'nın en büyük şehri olan Glasgow'a varıyoruz.
Glasgow, farklı mimarisi,
üniversite şehri olması ve önemli bir sanat merkezi olması sebebiyle oldukça
hareketli bir şehir. Gece ve gündüz için her ruha uygun mekânlar mevcut ve
hemen hemen her gün bir konsere denk gelmeniz mümkün. Şehirde çoğu müzeye giriş
için de herhangi bir ücret alınmıyor. Tabi Glasgow'un da en hareketli yeri
şehir merkezindeki Buchanon Street yani Buchanon Caddesi. Burada da
Edinburgh’da olduğu gibi alışveriş için birçok mağaza bulmak mümkün. Gecesi
ayrı gündüzü ayrı hareketli olan bu caddede belirtmeden geçemeyeceğim yerlerden
biriyse mekan tasarımını dünyaca ünlü mimar Mackintosh’un yaptığı The Willow
Tea Rooms...
Burası bir akşamüstü çayı için harika bir mekân. Mekânın
dekorasyonuysa oldukça ama oldukça dikkat çekici. Buradan yemyeşil İskoçya
otlaklarında beslenen hayvanların taptaze sütleriyle yapılmış mis gibi
dondurmalarını ve kusursuz İngiliz çaylarını içmeden sakın çıkayım demeyin! Bu
arada Edinburgh’da bahsettiğimiz İngilizce mevzusuna tekrar dönecek olursak, Glasgow'a
geldiğimizde İngilizce konuşabilmeyi tamamen unutuyoruz zira insanlar sizi
anlasa da siz kimseyi anlayamayacaksınız. Edinburgh’da hafif anlaşılan aksan,
Glasgow'da tamamen başka bir dile dönüşüyor, ama ilginçtir ki bir süre sonra
sizde de o aksanla konuşma isteği yaratıyor..
Glasgow gecelerine de şöyle bir
değinecek olursak belirtmek isterim ki gözlemlerimiz buranın Amsterdam’dan bile
hareketli bir şehir olduğu yönünde. Sokaklar sabahlara kadar çılgın partilerden
çıkan gençlerin çığlıklarıyla inliyor, müzik seslerine karışan yağmur ve topuk
sesleri, siz montlarla dolaşırken genç kızların üzerindeki tiril tiril
kıyafetler buradaki insanların eğlenmeye ne kadar düşkün olduğunun bir
göstergesi olsa gerek. Publara girecek olursak buralarında orta-üst yaş insan
gruplarıyla hınca hınç dolu olduğunu görüyoruz. Bütün bu mekânların ortak
özelliğiyse iyi müzik çalmaları ve içki-yemek olarak çok güzel alternatifler
sunmaları olarak nitelendirilebilir.
Hamish |
Buralarda bulunan yerel
köylerin inanılmaz lezzetteki çorbalarını, kurabiyelerini ve viskilerini de
tatmadan dönmemeniz gerektiğini de şiddetle belirtmeliyim.
Highlands |
Sonuç olarak İskoçya, hiçbir
yerde tanık olamayacağınız eşsiz doğası, gelenekleri, sıcakkanlı insanları ve
kendine özgü ürünleriyle Avrupa’nın diğer ülkelerinden tamamen farklılaşmış ve
hiçbir yere benzemeyen bir ülke. Burada yaşayacağınız her anın size özel
olacağından emin olun ve buraya gelmekte kararsızsanız bir dakika bile
düşünmenize gerek olmadığını bilin. Zira emin olun ki buraya bir kere
gelirseniz, burada kendinizden bir şeyler bulacak ve tekrar tekrar gelmek
isteyeceksiniz. Son olarak İskoçya’da tanıştığım İskoçlardan çokça duyduğum bir
lafla yazımı tamamlıyorum: “Londra’ya herkes bir gün
gidebilir ancak İskoçya’yı görmek ciddi bir ayrıcalıktır.”
Fish&Chips |
Highlands erkekleri |
Loch Ness |
Yorumlar
Yorum Gönder